İYİ İNSANLAR GÜZEL ATLARA BİNDİLER
İYİ İNSANLAR, GÜZEL ATLARA BİNDİLER, ÇEKİP GİTTİLER
Başı bulutlara değen dağların yamaçları yer yer altın kızılı güneşle sarıya boyanmış gibiydi. Sisin ve güneşin mücadelesi her tarafta bariz bir şekilde görünüyordu. Bir o, bir diğeri sırayla galip geliyordu bu yamaçlarda. “Garipliğin gözü kör olmasın” diye söylendi! O hep müsbet düşünmeye, en kızgın anlarda bile kahırlı kelimeler söylememeğe alıştırmıştı kendini. Gözü yükseklerde bir şeyler arıyordu. Ne aradığını kendi de bilmiyordu. Tepelerde hava önce açıktı, sonra koyulaştı ve her tarafı yoğun gri sisler kapladı. Önce ılık olan hava öğle saatlerinde daha ısınacak yerde hepten soğudu… Hakikaten soğuk muydu, yoksa ona mı öyle geliyordu? Kesin emin değildi. Üstelik buralarda kimseyi tanımıyordu, kimseler de onu… Uzak diyarlardan gelmişti zaten.
Gözleri; yeni doğmuş tay gözlerine benziyor, kaşları hilâl gibi, kavruk toprak sarısı benizli, etli dudakları pembemsi, ince, uzun selvi boylu, oldukça yakışıklı bir civandı Abdullah Bey. Gören bir daha dönüp ona bakıyor, “maşallah” diyordu.
Gezmeyi, araştırıp incelemeyi seven bu genç, gidebildiği kadar yerleri, memleketleri dolaşmış en sonunda; pek bakımlı bağ bahçeleri, geniş caddeleri, sokakları, oya gibi işlenmiş birbirinden şirin yapıların süslediği güzel bir şehre gelmişti. Etrafı merakla ve ibretle seyrediyor, tanımaya çalışıyordu.
Bakmağa kıyamadığı şehrin bir köşesinde atından indi. Bulunduğu yerden etrafı bir daha süzdü. Bu memleket de, şehir de başka yerlere hiç benzemiyordu. Uzaktan gördüğü kadarıyla insanları sıcak kanlı, oldukça güler yüzlüydüler. “Tam aradığım yer” diye düşünüyordu ki; biri tebessüm ederek yaklaştı:
– Hoş gelmişsin bey.
– Hoş bulduk.
– Garibisin galiba!
– Öyle sayılır.
– Hadi bize; misafirim ol…
– Beni tanımıyorsunuz, bilmiyorsunuz ki…ne diye hanenize çağırıyorsunuz?
– Mühim olan tanımadığını, bilmediğini misafir edebilmek bey. Dostlara teklif olunmaz, onlar kendiliğinden gelirler zaten!
– Ama!!!
– Aması maması yok! Haydi yürü gidelim, fazla inceleme, kafana da takma! Evde sorarsın düşündüklerini.
– !!!
Konuşulanlara, adamın vücut diline bakan Abdullah; muhatabının oldukça samimi olduğunu anladı. Zaten misafir etmek için de ısrar ediyordu, “hayır” diyemedi. Duruşu, yürüyüşü her hâliyle itimat veriyordu. Etrafı şöyle bir daha alıcı gözle seyretti ve:
– Maşallah! Bet bereket adeta taşıyor.
– Hamd olsun; topraklarımız mümbit, insanımız cömert.
– Belli belli… dedi, yürüdü adamın peşi sıra.
Yoldan gelip geçenler birbirlerine gülümseyerek selâm verip alıyor, bir ihtiyaçları veya bir sıkıntılarının olup olmadığı soruluyordu. Dikkat etti; bilaistisna hepsi de güler yüzlüydü. Asık suratlı, somurtkan olanı hiç görmedi. “Bu insanlar problemlerini çözmüş, huzur ve saadet içinde oldukları besbelli. Her hâlde bir şikâyetleri varsa, o da yabancılardandır! Yaşamak kadar ölmek bile güzel olmalı bu şehirde” diye söylenerek tanımadığı ev sahibini takip etmeye devam etti.
Geçtikleri yol kenarlarında şahit oldukları sıradan şeyler değildi. Çevre düzeni, intizamı kadar hayvanat da bakımlı ve besiliydi. Sayılmayacak kadar çok koyun ve sığır sürüleri, demir kır, yağız, al atlar, her biri arslan parçası köpekler, allı-çilli tavuklar, kazlar, ördekler dikkatlerden kaçmayacak kadar çok, sağlıklı ve güzeldi. “Burada her şey seçme” dedi içinden gayr-i ihtiyari…
Kısacası Abdullah Bey; bu güzel insanlara, bu cins atlara, bakımlı temiz şehre hayran kaldı adeta. Misafir olduğu hâne sahibiyle sohbetleri ve onu takiben dostlukları ilerledikçe ilerledi. Gösterilen misafirpervelikten dolayı uzun bir müddet kaldı. Sonra fazla yük olmak endişesiyle bu pek sevdiği insanların memleketinden veda edip ayrıldı.
***
Aradan ne kadar zaman geçti bilen yoktu. Zaman; Abdullah beyin saçını, sakalını ağartmış, belini iyice bükmüştü. O yakışıklı genç gitmiş, yerine çok yaşlı, pir-i fani bir ihtiyar gelmişti. Gelmişti ama o güzel memleketin, güzel insanları arasındaki o hatıralarını hiç unutmamıştı.
Günlerden bir gün, kendi kendine; “artık ahir ömrüme geldim; ölmeden, şu güzel memleketi, misafirperver o iyi insanları, o cins atları bir daha göreyim, helallik alayım, hiç olmazsa emr-i Hak vuku bulunca hasretlik çekmeden şu fani dünyadan çekip gideyim gönül rahatlığıyla…” diyerek son bir gayretle hazırlandı, hayran kaldığı o memleketi ve insanları görmek üzere sefere çıktı.
Eskiden yollar ona dar gelirken şimdi zorlanıyordu. Olsundu, o meşakkate değerdi gideceği yer. Bir kere ahd etmişti, sözünde durmalıydı, zorluklara direndi, yılmadı, pes etmedi. Tozpembe hayaller kurduğu, rüyalarını süsleyen o memlekete geldi. Geldi de aradığı hiç bir şeyi yerli yerinde bulamadı. Pişmanlığı hât safhadaydı. “Keşke gelmeseydim” dese de nafileydi. Şehir; ne o eski bakımlı şehir, insanlar ne o eski güleryüzlü, mütebessim insanlardı. Bağlar, bahçeler kurumuş, caddeler, sokaklar eskimiş, tarlalar çayırlar çöle dönmüştü. Hele o cins atlardan ortalıkta eser yoktu. Sanki tufan olmuş, kırgın gelmiş her şeyi silip süpürmüştü. “Hayallerim yıkıldı” diyip hayıflanırken, tanıdık bir sima aramaya başladı. Ortalıkta kimsecikler görünmüyordu. Her şey hak ile yeksan olmuş, değişmiş, bambaşka şekil almıştı. Tek tük karşılaştıkları ise bırak hâl hatır sormayı; “bir şey ister” diye mi ne, kaçarak uzaklaşıyorlardı. Bu ahalinin yüzleri kara ve somurtkan olduğu kadar, kalpleri de karanlık, halleri huzursuzdu… Onun da elinde olmadan içi karardı. Bu ıssız ve harap olmuş şehri yaş dolu gözlerle dolaşırken o eski, huzurlu günlerden kalmış olabileceğini tahmin ettiği oldukça yaşlı bir adama rastladı, selâm verilip alındıktan sonra ona sordu:
– Gençliğimde uğramış, günlerce kalmıştım burada. Çok memnun olmuş, istemeyerek ayrılmıştım.
– Doğrudur bey öyleydik.
– Dahası var! Misafirperver, gülen gözlü, cömert, sıcak kalpli, hayırsever, dost canlısı iyi insanlar, sürmeli gözlü, sülün boyunlu, kalem kulaklı cins atlarınız, bakımlı yemyeşil bağlarınız, bostanlarınız vardı. Onlara ne oldu?
– !!!
Gön görmüş ihtiyar; kambur belini azıcık doğrulttu, kırış kırış yüzü gerildi, yorgun gözleri eski bir ışıkla parıldadı, derin derin soludu, içten bir “ah” çekti sanki ciğerleri sökülecek gibi olmuştu. Yer yer yosun bağlamış taş duvara sırtını iyice dayayıp kuvvet aldı. Neden sonra başını kaldırdı, yaş dolu gözlerle:
– O iyi kalpli, güler yüzlü misafirperver insanlar, o güzelim doru taylara, yağız atlara bindiler, çekip gittiler…
– Ne oldu da çekip gittiler?
– Ne sen sor ne de ben söyleyeyim!
– Ben soracağımı sordum! Sıra sende; söyle, çok merak ediyorum!
– Çok sebep var da ben en mühimini söyleyeyim!
– !!!
– İhlâsı kaybettik.
– Nasıl ?!
– Eskiden her şeyi Allah rızası için yapardık, şimdiyse desinler için yapıyoruz, onu da beceremedik vesselâm!
– Öyle ya; Ameller, niyete bağlıdır. Hikmet ehli zatlar buyuruyor ki: “Dinimizde esas olan niyettir. Güzel ve doğru niyet şarttır. Müminin niyeti, amelinden önce gelir.” İHLÂS VAR HER ŞEY VAR, İHLÂS YOKSA HİÇBİR ŞEY DE YOK, vesselâm!
Ragıp Karadayı