Telefonu elime aldım, titriyordum. Aklımda yüzlerce düşünce dolanıyordu: "Ya cevap verirse? Ya konuşmalarımız geçmişte olduğu gibi tatlı ve doğal olmazsa? Ya artık beni istemiyorsa?" Derin bir nefes alıp, cesaretimi toplayarak arama tuşuna bastım. Kalbim hızla çarpmaya başlamıştı, sanki her an göğsümden dışarı fırlayacak gibiydi. Bir süre çaldıktan sonra karşı taraftan o tanıdık ses duyuldu: “Alo?” Sesindeki o sakinlik ve kendinden emin ton beni bir anda geçmişe götürmüştü. Hiçbir şey değişmemişti, en azından sesi hâlâ aynıydı. Bir an sessiz kaldım, ne diyeceğimi bilemiyordum. “Alo? Kim bu?” diye tekrar sordu, hafif bir merakla. “Benim... Aslı...” dedim sonunda. Kısa bir sessizlik oldu. Sanki zaman durmuştu. Nefes alışlarını duyabiliyordum. Sonunda o da konuştu: “Aslı mı? Gerçekten sen misin? Bu kadar zaman sonra…” Sesindeki şaşkınlık beni cesaretlendirdi. “Evet, benim,” dedim. “Seni aramak istemezdim ama... Bilmiyorum, sadece konuşmaya ihtiyacım vardı.” “Olsun,” dedi sakin bir şekilde. “Beni araman iyi oldu. Nasılsın? Her şey yolunda mı?” Bir anda içimde biriktirdiğim tüm dertleri dökmek istedim, ama kendimi tuttum. “Bilmiyorum,” diye cevap verdim. “Yolunda mı, değil mi, emin değilim. Ama konuşmaya ihtiyacım vardı.” O da duraksadı. “Anlıyorum. Eğer konuşmak istersen, buradayım. Seni dinlerim.” Bu cümle beni hem rahatlatmış hem de yıllar önceki gibi o samimiyeti hissettirmişti. Kendi kendime, “Acaba hâlâ bir şansımız olabilir mi?” diye düşündüm.